BATI'DA Kronos'un üç oğlu dünyayı paylaştıkları zaman, kardeşlerin en acımasızı olan Hades, karısı Persephone ile yeraltında hükümranlık kurunca, yeraltının yüzlerce yıl sürecek yazgısı da belirlenmiş oldu. Mitosların egemenliğindeki dünyada yeraltının anlamı yüzlerce yıl önce şekillendi.
Orası, sert ve zalim bir Tanrı'nın yönetimi altında bulunan, gölgeler halindeki ölülere terk edilmiş, her gireni kabullenen, ancak insanı bir kez içeriye aldı mı, bir daha dışarıya bırakmayan, acımasızlığın hüküm sürdüğü bir sırlar alemiydi.
Daha sonraları yeraltı bir kaçış yoluna dönüştü. Yaşadıkları ya da maceraya atıldıkları şehirlerin kanalizasyonları, yeryüzündeki tehlikelerden kaçarken roman kahramanlarına yardımcı olmamaya başladı. Yeraltının bir kaçış yoluna dönüşmesi motifi özellikle yazında ve daha sonra da sinemada pek çok kahramanın işine yaradı. Kahramanlar şehirlerin kanalizasyonlarında peşlerine düşenlerden kaçıyorlardı. Kaçarken de, genelde üstleri, başları pisleniyordu. Pisliğe bulaşmış insan ya da pisliklerden kaçan insan, bunu gerçekleştirebilmek için pislenmeyi göze alıyor; bu da, sanatın romantik düzdeğişmecelerinden birini okura/seyirciye sunuyordu.
Yeraltı, Graham Greene'in romanından Carol Reed'in sinemaya uyarladığı, 1949 yapımı The Third Man (Üçüncü Adam) örneğinde olduğu gibi, bazen, yeryüzündeki olayların çözümlendiği, kötülerin cezasını bulduğu, adaletin gerçekleştiği bir uzam; bazen de, Andrzej Wajda'nın 1956'da çektiği Kanal adlı filminde olduğu gibi kurtuluş umuduyla girilen ve gitgide tuzağa dönüşen bir uzam olarak değerlendirilmiştir. Ancak, daha sonra çeşitli korku ve macera filmlerinde yeraltı, tehlikelerle, korkunç, kötücül, gizil güçlerle, yırtıcı hayvanlarla veya fantastik yaratıklarla dolu bir uzama dönüştürülmüştür.
Amerikan İç Savaşı ise yeraltı sözcüğüne farklı bir boyut getirmiştir. İç Savaş sırasında, zenci kölelerin kuzey eyaletlerine kaçırılması işine 'Underground Railroad' (Yeraltı Demiryolu) adı verilmiştir. Oysa gerçek anlamda ne bir demiryolu söz konusudur, ne de yeraltı. Dolayısıyla, yeraltı sözcüğüne kendi dışında bir anlam yüklenmiş ve örgütler tarafından planlı bir şekilde gerçekleştirilen gizli kaçırmalar için kullanılmaya başlanmıştır bu sözcük.
Teknolojik gelişmelerle birlikte, yeraltı da gizemli, korkulan, karanlık bir yer olmaktan kısmen uzaklaşmış ve ulaşımda kolaylık sağlayan, şehir trafiğinin yükünü azaltan, işlevsel bir uzama dönüşmüştür. Ancak, teknoloji ile koşut olarak artan iletişimsizlik, sonuçta Denys Arcand'ın yönettiği Kanada-Fransız ortak yapımı olan 1989 yılında gerçekleştirilmiş Jesus of Montreal (Montrealli İsa) örneğinde de görüleceği gibi, yeraltını iletişim kurulmaya çalışılan bir uzama dönüştürmüştür. Bu filmde, tiyatroda canlandırdığı İsa rolünü hayatına geçiren genç yönetmen, ölmeden az önce, bir metro istasyonundaki insanlara yönelerek, onlara hayatın bazı değerlerinden söz etmeye, onları uyarmaya ve onlarla iletişim kurmaya çabalamaktadır. Ayrıca günümüz sinemasında, bazı filmlerde, yeraltı, sapık katillerin dolaştığı, birtakım çıkar hesaplarının çözüme ulaştırıldığı, karanlık güçlerin egemenliğindeki bir uzam olarak da sunulmaktadır.
Genelde olumsuz özellikleri ön plana çıkarılarak kullanılan yeraltı sözcüğü, İkinci Dünya Savaşı ile birlikte daha çok politik bir içerik kazanmıştır. Yerleşik düzeni, hükümeti veya bir ülkeyi işgal etmiş olan askeri kuvvetleri devirmek, bozguna uğratmak için oluşturulan örgütlerin faaliyetleri yeraltı sözcüğü ile tanımlanmıştır. Dolayısıyla, yeraltı sözcüğü politik bir içerikle birlikte, var olan egemen güçlere karşı yürütülen gizli eylemlerin planlanması ve gerçekleştirilmesi anlamını da kapsamıştır. Tıpkı İç Savaş Amerika'sında olduğu gibi, yeraltı sözcüğü bir uzam adı olmaktan çıkarılmış, simgesel bir anlama ulaştırılmıştır.
Yeraltı, tarih boyunca, ölüler diyarı, kaçışın gerçekleştirildiği yer, direnişin nüvesini barındıran yer, yeryüzündeki iki bölge arasında kalan geçiş yeri veya geçit, karanlık çıkar hesaplarının görüldüğü bölge gibi çeşitli yüklemelerin yapıldığı bir uzam olagelmiştir.
Zaman içinde, özellikle de 1950'li yılların ortalarından itibaren, egemen kültürel yapıyı reddeden altkültürlerin tümü yeraltı tanımını üstlenmeye başlamıştır. Böylece, tanımın kapsamı da gitgide genişlemiştir.
Yeraltı sözcüğü sanat olarak değerlendirilmeye başlandığında, bu sözcük, 'egemen olana karşı durmak' gibi simgesel bir anlamı da üstlenmiştir. Underground sanatın doğuşu da insanların gönüllü olarak bulunduklarını kabullenmeleriyle gerçekleşmiştir. Önceki dönemlerde, yeraltına gidişi Orpheus örneğinde olduğu gibi, yeraltında bulunan bir şeyi elde etmek amacıyla ya da kaçış ve direniş için zorunlu olarak gerçekleştiği halde, artık insanlar tamamen gönüllü olarak simgesel bir yeraltına inip sanatlarını gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.
Zamanla underground, bazı totaliter ülkelerde açık açık yayımlanması yasaklanan eleştirel yazıların bulunduğu, el altından dağıtılan dergi ve gazeteleri kapsamına alan; ya da ABD gibi ülkelerde çok sınırlı bir dağıtım ağına sahip dergileri devrim, ırkçı azınlıkların nedenleri ve solcu politikalar üzerine kuran çalışmaları bünyesine alan bir yapıya dönüştürülmüştür.
Sinema alanında, tecimsel film endüstrisinin dışında üretilen ve dağıtım yapılan; genellikle yapımcılığını, yönetmenliğini, senaristliğini, görüntü yönetmenliğini ve kurguculuğunu aynı kişinin yaptığı, yönetmenin sanatsal tutumunu yansıtan ve tecimsel filmlere kıyasla gerek biçim, gerekse teknik ve içerik yönünden daha özgür filmlere underground film denilmiştir. 16 ve 8 milimetrelik kameralarla gerçekleştirilen bu filmler, onlardan önceki filmlere kıyasla çok deneysel, açık veya ezoterik olarak kabul edilen filmlerdir. Andy Warhol'un çeşitli filmleri, Luis Bunuel ile Salvador Dali'nin Un Chien Andalou (Endülüs Köpeği-1928) gibi filmleri bu kategoride değerlendirilmektedir.
Müzik alanında, ilk ortaya çıktıkları dönemlerde altkültürlere hitap eden, daha sonra yaygınlık kazanan ve genel kabul gören metal, trash, punk gibi müzik tarzları underground kapsamında sunulmaktadır.
Resim ve yontu alanlarında ise pop-art ile koşut olarak değerlendirilen bir underground kavramından söz etmek mümkündür. Tiyatroda ise yerleşik kalıpların dışında kalan, metinden çok harekete ağırlık veren, 'gösteri' özelliği ağır basan, sınırlı sayıda ve ilgilenen seyircilere yönelen, seyircisini uyaran, irkilten, hatta tiksindirmeye gayret gösteren çalışmalar underground kapsamında değrelendirilmektedir.
Yazın alanında, underground özellikle Beat kuşağı sayesinde hak ettiği ilgiyi görmeye başlamıştır. William S. Burroughs'un 1953'te yazdığı Junky (Canki) adlı roman Beat kuşağının bir önsemesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazarın eroin konusundaki deneyimlerini aktardığı ve kendini bir denek olarak sunduğu bu roman, her cankiye underground denemeyeceğini göstermesi ve kanıtlaması açısından ilginç bir örnektir. Sonraki dönemlerde de Beat kuşağından çıkan çeşitli yazarlar underground yapıtlar vermeyi sürdürmüşlerdir